1. HABERLER

  2. GÜNDEM

  3. Siyasi ve kültürel bir karnaval: 'Paris Mayıs 1968'
Siyasi ve kültürel bir karnaval: 'Paris Mayıs 1968'

Siyasi ve kültürel bir karnaval: 'Paris Mayıs 1968'

"Bugüne dek gelip geçen devrimlerin her biri yeni özgürlüklerle birlikte yeni kısıtlamalar da getirdi. 20. yüzyılın devrimi artık kısıtlama değil, yeni özgürlük getireceğe benzer..."

A+A-

13. Gününü tamamlayan Taksim Gezi Parkı Direnişi bana 1968 Mayısında Paris’te yaşananları anımsattı. Elbette sayısız fark bulmak olası ama, bana göre iki olayın ortaya çıkışı, gelişmesi, hedefleri öylesine benziyor ki… 

1968’in Mart ayında Nanterre Üniversitesi öğrencileri, Napolyon (1808) döneminden kalma merkeziyetçi üniversite yasalarını değiştirmek için eyleme geçmekle kalmamış aynı zamanda siyasi gündeme ilişkin sözler de etmeye başlamışlardı. O günlerde siyasi gündemi işgal eden en önemli olaylardan biri Vietnam Savaşı idi. Fransa sömürgesi olan Vietnam, 1954’te Fransız ordusunun yenilmesinin ardından Güney ve Kuzey (Komünist) Vietnam olarak ikiye bölünmüştü. ABD 1965’te Kuzey Vietnam’a askeri müdahalede bulunmuştu. 

1968’e gelindiğinde ABD’nin Vietnam’daki asker sayısı 500 bine ulaşmıştı. Bu durum ABD’de büyük protesto gösterilerine neden olmuştu. Nanterreli gençler 20 Mart’ta Ulusal Vietnam Komitesi (CVN) ile Devrimci Komünist Gençliği (JCR) ortaklaşa savaşı protesto eylemi düzenlediler. Bir grup genç de Marksist, cinsel özgürlükçü ve anarşist bir karışımdan oluşan söylemlerle 22 Mart’ta üniversitenin idare binasını işgal ettiler. Tarihe ‘22 Mart Hareketi ‘olarak geçen olayın lideri bugün Avrupa Yeşiller hareketinin liderlerinden olan Daniel Cohn Bendit idi. Anarşistler Federasyonu’nun üyesi olan Bendit, o zamanlar kızıl olan saçlarından dolayı “Kızıl Danny” olarak anılıyordu...

“Nanterreli kudurmuşlar”

Olaylar kısa sürede Nanterre’den 20 km. uzaklıkta olan Paris’e sıçradı. Çünkü Nanterre Üniversitesi’nin Edebiyat Fakültesi Sorbonne Üniversitesi’ne bağlıydı ve Nanterre Rektörü, Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü öğrencisi Daniel Cohn Bendit ve birkaç arkadaşının cezalandırılması için Sorbonne Üniversitesi’ne başvurmuştu. Tarih 29 Nisan 1968’di. Bu başvuruyu haber alan Daniel Kohn Bendit, Sorbonne’un bahçesinde öğrencilere şöyle seslendi: “Sorbonne yeni bir Nanterre olmalıdır!”

2 Mayıs günü Sorbonne’un bahçesi, rektörün deyimiyle “Nanterreli kudurmuşlar” tarafından dolduruldu. Rektör, “Occident” (Batı) adlı sağcı öğrenci grubu ile işgalcilerin çatışacaklarını düşündüğü için polisi üniversiteye davet etti. 3 Mayıs günü polis “sınavların güvenliğini sağlamak” bahanesiyle üniversiteye girdi ve dört öğrenciyi gözaltına alarak götürdü. 

Ardından Milli Eğitim Bakanlığı Sorbonne’u kapattı. Bunlar beklenmedik bir tepki yarattı. O zamana kadar ayaklanmaya katılmamış büyük öğrenci kitlesi “polisle dövüşmek” için ayaklanmaya katıldılar. Aynı şekilde polisin şiddet kullanmasını protesto eden öğretim üyeleri öğrencilerin yanında yer aldılar. 6 Mayıs’tan itibaren üniversitenin bulunduğu Quartier Latin’de öğrenci polis çatışmaları yaşanıyordu. Bu çatışmaların en önemlisi ‘Barikatlar Gecesi’ denilen 10-11 Mayıs 1968 gecesi yaşandı. 

“Barikatlar bir simgedir”

O geceye tanık olan Komünist Henri Weber şöyle anlatmıştı: “Fransız tarihinde barikatlar hep halk ayaklanmalarının kahramanlıklarına karışmıştır: 1830, 1848 ve [1871] Paris Komünü. Barikat bir simgedir, kralların ve gericilerin ordularına karşı işçilerin, fakirlerin savunusu...” 

Bir başka görgü tanığı Troçkist Alan Krivine ise olayın ‘planlı’ olduğunu ileri sürenlere şu cevabı verecekti: “Bu barikatlar genelde spontane (kendiliğinden) bir davranışın sonucu olarak ortaya çıkmış ve yaygınlaşmıştır. (…) Komünist Parti militanları metroya binmeden önce bu eylemlerin bir kışkırtma olduğunu haykırdılar. Bazıları da barikatları dolaştıktan sonra güçlü bir iktidarın karşısında bu tür eylemlerin kıyıma yol açabilecek bir serüven olduğunu ileri sürdüler. (…) Biz ise her şeyin birdenbire olacağına inanıyorduk. Bütün kurumsal yapıya ve siyasal düşüncelere karşı bu olaylarda yaşamın fışkırdığını görüyorduk…” 

Rudi Dutschke’ye suikast girişimi

11 Mayıs 1968 Perşembe günü, Berlin’de yaşanan bir olay tansiyonu iyice arttırdı. 23 yaşındaki Münihli badanacı Josef Bachmann kendi ifadesine göre “öteden beri komünistlerden nefret ettiği için”, Alman sosyalist öğrencilerinin ideoloğu Rudi Dutschke’ye öldürmek kastıyla üç el ateş etmişti. Rudi ağır yaralı olarak kurtulmuştu ancak olay sadece gerçekleştiği Berlin’de değil, Almanya’nın ve Avrupa’nın önemli üniversite şehirlerinde büyük yankı buldu. Elbette en büyük etkiyi Paris’te yaptı.

Bu yaşananları, Monte Carlo, Luxemburg ve Europe 1 adlı radyoların sürekli vermesi konunun kamuya mal edilmesinde önemli rol oynadı. Öyle ki radyo haber almanın en önemli aracı haline gelmişti. Radyonun önü açmasıyla, televizyonlar ve gazeteler de olaylara daha çok yer ayırmaya başladılar. O güne kadar olayları izlemekle yetinen kamuoyunun büyük bir kesimi öğrencileri desteklemeye başladı. 

Peki öğrenciler ne istiyorlardı? Aslında kafalar karışıktı. Bunun ipuçları duvar yazılarında görülebiliyordu: “Devrim, uğruna kurban olmak zorunlu olduğu anda yok olur!”, “Ne tanrıları isterim ne de efendileri!”, “Kahrolsun açlıktan ölmeyeceğimizi garanti edip sıkıntıdan öldüren dünya!”, “Asla çalışma!”, “Merhametsiz ol!”, “Savaşma seviş!”, “Devrim silahların eseri olacaktır!”. 

De Gaulle: “10 yıl yeter!”

Çoğu birbiriyle çelişkili bu sloganların ima ettiği gibi asıl gerçek, gençlerin “ne istemediklerini” bilmelerine rağmen, “ne istediklerini” tam olarak bilmemesiydi. Nitekim Cohn Bendit “önce bir kımıldayalım, hareketin teorisini sonra yaparız” demişti 17 Mayıs günü, Paris Match muhabirine. “Peki ‘kımıldamak’ ne demek, karışıklık çıkarmak mı? Rejimi ve düzeni sarsmak, anarşi yaratmak mı” diye soranlara cevabını ise bir gün önce L’Aurore muhabirine verdiği mülakatta okumak mümkündü: “Bu bir dev-rim-dir!”. 

Peki bu bir devrim miydi? Buna cevap vermeden önce duvarları süsleyen sloganlardan birine daha göz atalım. Bu slogan “10 yıl yeter!” idi. 13 Mayıs’ta uzun bir aradan sonra iktidara davet edilişinin 10. Yılını kutlayacak olan Başkan Charles De Gaulle’e bir göndermeydi bu. Cezayir Savaşı sarpa sarınca, bu arada Uzakdoğu Asya’daki Fransız politikaları da çökünce, Fransa çareyi, İkinci Dünya Savaşı’nın kahraman generali De Gaulle’ü göreve çağırmakta bulmuştu. 

2 Haziran 1958’de, altı aylık bir dönem için kendisine sınırsız yetkiler verilmesi ve yeni bir anayasa yapılması kaydıyla “ulusun başına geçmeyi” kabul eden De Gaulle, kronikleşen Cezayir Savaşı’nı bitirmekle kalmamış, Fransa’nın denizaşırı sömürgelerinin bağımsızlığı ile sonuçlanacak cesur kararlar almıştı. Altı aylığına geldiği iktidarı bırakmamış, aradan geçen 10 yıl içinde totaliter yöntemlerle siyaseti biçimlendirmiş, ekonomik modernizme ağırlık vermiş ancak kültürel modernizmi ihmal etmişti. Sonuç olarak De Gaulle yönetimi bütün kesimlerde büyük bıkkınlık yaratmıştı. 

9 milyon işçi genel grevde

12 Mayıs’ta çeşitli öğrenci, öğretim üyesi ve işçi temsilcileri ‘Gaullist’ rejimi protesto etmek için ortak bir gösteri çağrısı yaptı. Bunu takip eden altı gün içinde bütün Fransa’da 9 milyon işçi (ezici çoğunluğu endrüstri işçisi, azı tarım işçisiydi) greve gitti. İşyerleri işgal edildi, hayat felce uğratıldı. O güne kadar temel talepleri üniversiteden ve Quartier Latin’den polisin çıkması ve tutuklu öğrencilerin serbest bırakılması olan ‘öğrenci hareketi’nin, toplumsal ve siyasi bir sıçrama yapması anlamına geliyordu bu grev. 

Ancak işçiler eylemin öncüsü değil artçısı olduklarından kendi özgün taleplerini dile getiren sloganları da üretmekte başarılı olamadılar. Büyük yürüyüş kollarında “İşçi iktidara”, “Halka hizmet!”, “İşçileri destekle!” türünden sloganlar tek tüktü. Aynı şekilde “Kahrolsun Amerikan emperyalizmi, “Vietnam’da zafer” gibi enternasyonalist sloganlar da az sayıdaydı. Öğrenciler işçi sınıfıyla kaynaşmak için heyecan içinde fabrikalara koşmuşlardı. Başlangıçta bütün kapılar onlara açıktı. Ancak birkaç gün sonra kapılar kapandı. Yine de öğrenciler polisin fabrikalara müdahalesine karşı aktif şekilde durdular. Öyle ki, bir öğrenci Flins’te boğularak öldü. Sochaux’da iki işçi mavzer ateşiyle öldürüldü. Bu arada birkaç polis de öldü. 

Daniel Cohn Bendit’in daha sonra açıkladığına göre işçileri öğrencilerin arkasından sürüklemek kolay olmamıştı. İşçiler önce, öğrencilerin kendileriyle temas kurmak istemesine şüpheyle bakmışlardı. “Bu anasının kuzuları neden gelip bizim canımızı sıkıyorlar ki” demişlerdi. Fakat polisin öğrencilere karşı sert tutumu bu güvensizliği aşmalarına yardımcı olmuştu. İlk işçi desteği Nantes’teki Sud Aviation fabrikasındaki işçilerden gelmişti. Ancak ilginçti, sendika yönetimleri ve Fransa Komünist Partisi işçilerin öğrencilerle dayanışmaya girmesine karşı çıkmıştı. 

Hatta parti Cohn Bendit’i “Alman anarşisti” olarak yaftalamış, eylemlere katılanların “yüksek burjuvazinin çocukları” olduğu”, “babalarının firmalarında işe başlayıp da sömürüye devam ettikleri anda devrim ateşini unutacakları”nı iddia etmişti. Bu arada bazı çevrelerden Bendit’in Alman Yahudisi olması bile karalama gerekçesi yapılmıştı. Nitekim o günden sonra duvarlarda boy gösteren sloganlardan biri şuydu: “Hepimiz Alman Yahudisiyiz.” (Ancak aleyhte kampanya devam edecek ve Bendit, 22 Mayıs’ta “fitne çıkaran yabancı” olduğu gerekçesiyle sınırdışı edilecekti.)

Quartier Latin çarpışmaları

13 Mayıs gecesi öğrenciler Quartier Latin’i işgal ettiler, meydanı halka açtılar. Ardından Fransa’daki bütün üniversiteleri işgal ve boykot kararı aldılar. Bu dönemde her isteyen üniversitelere rahatça giriyordu. Dolayısıyla öğrencilerin arasına karınlarını doyuracak, yatacak yer arayan evsizler, lümpenler, hatta Fransa sömürgesi Katanga’da paralı askerlik yaptıklarını, şimdi bu becerilerini eylemcileri sağcılara karı korumak için kullanacaklarını iddia eden tipler bile karıştı. Kısa süre sonra Polisin Sorbonne’dan çekildiği ve tutuklu dört öğrencinin serbest bırakıldığı haberi geldi. Bu, gençler arasında büyük bir zafer havası estirdi. Sorbonne’da öğrencilerin kızıl bayrağı dalgalanmaya başladı. 

Bu tarihten itibaren sendikal alanda bazı kazanımlar kalıcı hale gelirken asıl değişim okullarda yaşandı. Gri bluzlar, öğretmen sınıfa geldiğinde ayağa kalkmalar sona erdi. Derslerde ateşli tartışmalar yapıldı. Saça, sakala kimse karışmamaya başladı. Doğum kontrol hapının da yaygınlaşmasıyla cinsel ilişkilerde tepkisel bir serbestlik dönemi başladı. 

Başkan De Gaulle 24 Mayıs’ta krizin çözüm yolunun referandum olduğunu açıkladı fakat 30 Mayıs’ta bundan vazgeçip seçimlere gideceğini açıkladı. O gün, Gaullistler ve sağcıların gövde gösterisine sahne oldu. (Haziran ayında yapılan seçimleri De Gaulle kazandı. Ancak bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmadı.) 

Bir Yunan piyesi gibi

Kürşat Bumin’in bir tarihçiden naklettiği gibi “bir Yunan piyesinin aksiyonunda, zamanda ve mekanda birlik ilkesine uygun olarak, Paris’te bütün dünyanın ve De Gaulle iktidarının şaşkın bakışları altında başlayan ve sona eren” olaylar “refah ve tüketim” toplumlarında çıkmıştı, olaylara katılanlar, herkesin gıptayla baktığı seçkin öğrencilerdi. Yani bu gençlerin (Edgar Morin’in deyimiyle “yaş sınıfı” nın) kendileri için bir şey istemeye ihtiyaçları yoktu. Hareketin ilk özelliği “humaniter-insancı” olmasıydı. Ana düsturları “insanlar daha iyi, daha rahat, daha mutlu yaşama hakkına sahiptir” olarak özetlenebilirdi. İkinci özelliği her türlü otoriteye karşı olmasıydı. Karşı çıkılan otorite hem siyasi (devlet, partiler, sendikalar vb.) idi hem kültürel (yaşam tarzı, tüketim kalıpları, cinsel kısıtlamalar vb.) idi. 

Otoriteye karşılıkta o kadar ileri gidilmişti ki, parlamenter demokrasinin kurumlarına bile kayıtsız kalınmıştı. (Bu da onların bazı kesimlerce “anarşistler” diye yaftalanmalarına neden olacaktı.) Bu arada başta SSCB ve Fransız Komünist Partisi olmak üzere tüm komünist partilere karşı çıkılmıştı. Ve üçüncü özelliği bütün bunların toplamı olarak “özgürlükçü” olmalarıydı. 

Devrim mi, başkaldırı mı?

İleriki yıllarda Mark Kurlansky 1968 olaylarının arkasındaki dinamikleri şöyle özetlemişti: “O dönemde çok yeni ve orijinal olan yurttaşlık hareketi örneği; kendisini çok farklı ve yabancılaşmış hissettiğinden dolayı her türlü otoriteyi reddeden bir kuşak; bütün dünyada büyük bir nefretle karşılandığından dolayı, kendine bir ülkü arayan bütün asilere bir ülkü sunan bir savaş [Vietnam Savaşı] ve bütün bunların, televizyon rüştünü kazandığı fakat yine de bugünkü gibi damıtıldığı ve ambalajlandığı haline ulaşamadığı bir zamanda meydana gelmesi…” 

17 Mayıs 1968 günü olayları ‘devrim’ olarak tanımlayan Daniel Cohn Bendit, daha sonra ‘başkaldırı’ terimini kullandı. Gilles Lipotvetsky, Mayıs 1968’in toplumsal çatışma alanındaki örf ve adetleri yumuşatma sürecini yerleştiren ‘yumuşak bir devrim’ olarak tanımladı. Ona göre okulların, partilerin, sendikaların ve tüm bürokratik kurumların teşhiri, hoşgörülü ve barışçıl davranış kalıplarının yüceltilmesi bireysel demokrasinin ivme kazanmasına neden olmuştu ve “siyasi olanla varoluşsal olan, özelle kamu, ideolojikle şiirse, ortak mücadeleyle zevk, devrimle mizah artık birbirine ayrılmaz biçimde bağlanmıştı.” Bugün bazı yazarlar ‘Paris Mayıs 1968’i ‘yarım kalmış bir devrim’ olarak niteliyor.

Gençler ne istiyor?

Yazıyı sosyolog ve felsefeci Henri Lefebvre’nin 1968’de söylediği, ancak içindeki 20. Yüzyıl terimini 21. Yüzyılla değiştirince tam da bugün Gezi direnişçilerinin taleplerini yansıtan ve yöneticilere yol göstermesini umduğum şu sözlerle bitirelim: “Çağımız bayramı, topluca eğlenmeyi yitirdi bir bakıma. Bu da aslında insan özünden yoksun olan tüketim düzeninin etkisiyle oldu. Oynamak, gülmek, hep birlikte eğlenmek çabasında gençlik. Yeni toplum düzenini araştırırken, bunu bir bayram havası içinde yapıyor. 20.yüzyılın somut demokrasinin kurulmasıdır. Bugün öğrenci hareketinin başlıca ereği bir katılma çabasıdır. Öğrenci öğretime ve eğitime katılmak, söz söylemek, görüşünü belirtmek ve böylece yönetime katılmak istiyor. İşçi de öyle. Fabrikanın yönetimine katılmak istiyor. 

Bu ne demektir:

İnsan pasif olmaktan çıkarak, yaratıcı olmak emelindedir, kendisine verilen ücret, tüketim düzeninin sağladığı çıkarlar, varlıklar yetmiyor artık. Düzenin kuruluşu kendi mutluluğuna doğru değişsin, yürümesi de kendi aktif çabasıyla olsun istiyor. Yabancı olmak istemiyor toplumdaki sorunların hiçbirine. Özgürlük anlayışı da değişmiştir. 20. Yüzyılın ilk devrimi dedim ya, bu devrim özgürlükler devrimidir de denebilir. Ama şu ya da bu özgürlüğün değil de bütün özgürlüklerin birden. Bugüne dek gelip geçen devrimlerin her biri yeni özgürlüklerle birlikte yeni kısıtlamalar da getirdi. 20. Yüzyılın devrimi artık kısıtlama değil, yeni özgürlük getireceğe benzer…”
 

Önceki ve Sonraki Haberler

HABERE YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.